Zombi kavramı, düşündüğümüzden çok daha eski kökenlere sahiptir ve ilk kez 17. yüzyıl civarında Batı Afrika ve Karayipler kültürlerinde ortaya çıkmıştır. Ancak bu kavramın bilinen en sistemli ve etkili biçimi Haiti’de şekillenmiştir.
Zombi inancı, 17. yüzyıl öncesinde Batı Afrika’daki kölelik öncesi döneme kadar uzanıyor. O bölgede
ruh ya da ölülerin geri dönen gölgesi anlamına gelen “nzambi” ya da “nzumbi” gibi sözcükler kullanılıyordu. Afrika’da ruhun bedenden ayrıldıktan sonra bile kontrol altına alınabileceğine dair inançlar vardı.
Zombi İnancı, 17.–18. yy. Afrikalı kölelerin Fransız sömürgesi döneminde Haiti’ye getirilmesiyle Voodoo (Vudu) diniyle birleşti. Haiti halk inanışına göre: Bir büyücü (bokor), ölmüş birinin bedenini büyüyle diriltebilir ve kişi artık kendi iradesi olmayan bir zombidir. Zombi, efendisinin hizmetinde ruhsuz bir beden olarak çalışır. Bu inanç köleliğin sembolik bir yansımasıydı, insanların özgür iradelerini kaybetmeleri ruhsal bir metaforla anlatılıyordu.
20. yüzyıl başında zombi kavramı Batı’ya, Amerikalı yazarlar ve gezginler aracılığıyla taşındı. Özellikle 1929’da William B. Seabrook’un The Magic Island (Sihirli Ada) adlı kitabı, Haiti’deki Voodoo zombi inancını tanıttı, Hollywood için ilham kaynağı oldu. 1932’de çekilen White Zombie adlı film, tarihteki ilk zombi filmi olarak kabul edilir.
George A. Romero’nun 1968 tarihli Night of the Living Dead (Yaşayan Ölülerin Gecesi) filmiyle zombi kavramı tamamen değişti, büyüyle değil bilimsel ya da biyolojik sebeplerle (virüs, radyasyon, deney vb.) dirilen ve insan etiyle beslenen yaratıklar haline geldi. Bu versiyon günümüzde sinema, dizi ve edebiyatta gördüğümüz modern zombi anlayışının temelidir.
Özet:
1600’ler Batı Afrika ruhun köleleştirilmesi inancı.
1700–1800’ler Haiti Voodoo büyüsüyle dirilen köle bedenleri.
1900’ler ABD Popüler kültürde zombi kavramının yayılması.
1960 sonrası tüm dünya bilimsel apokaliptik zombi senaryoları, zombi inancının kültürel evrimidir.
İnsanlık tarihi boyunca felaket senaryoları hep bir tür hazırlık provası oldu. Atom bombasından yapay zekânın bilinç kazanmasına, iklim çöküşünden biyolojik savaşlara kadar uzanan bu zincirde, zombi istilası kavramı en sembolik olanıdır çünkü bu kavram, dışarıdan gelen bir tehdidi değil, insanın kendi çürüyen doğasını temsil ediyor.
Bilimsel olarak zombilerin varlığı mümkün görünmese de biyoteknoloji, nörolojik deneyler ve virüs manipülasyonları üzerine yapılan çalışmalar, insanın kendi türüne bilinçsiz bir canavarlık bulaştırma ihtimalini akla getiriyor. Dolayısıyla mesele artık “Zombiler ne zaman gelecek?” değil, “Biz ne zaman zombileşeceğiz?” sorusuna dönüşüyor.
ZOMBİ DİSTOPYASININ ANATOMİSİ:
Yıl 2084, Biyolojik Dönüm Noktası
21. yüzyılın son çeyreğine girildiğinde dünya nüfusu on milyarı aşmış, su ve gıda kaynakları kritik seviyelere inmişti. Laboratuvarlar, insan metabolizmasını yavaşlatarak daha az kaynakla yaşamayı sağlayacak bir serum üzerinde çalışıyordu. Fakat 2084’te Kuzey Amerika’daki bir gen laboratuvarında yapılan hata tarihi değiştirdi. Serum, insan beynindeki limbik sistemi hedef alırken, bilinç ve duyguların merkezini tahrip etti. Denekler ne ölüyordu ne de yaşıyordu, sadece açlıkla tanımlanan, ilkel dürtülerle hareket eden canlılar haline gelmişlerdi. Bu yeni varlık biçimi, literatürde “Post-Homo Sapiens” olarak anıldı ama halk arasında çok daha sade bir isimle yer etti: Zombi.
İlk istilalar, bilgi kirliliği yüzünden ciddiye alınmadı. Sosyal medya şaka videoları, komplo teorileriyle dolup taştı. Ancak birkaç hafta içinde şehirlerin iletişim altyapısı çöktü, devletler sınırlarını koruyamadı, tüm dünya ülkelerinin orduları kendi içinde bulaş yaşamaya başladı. Birleşmiş Milletler dağıldı, para değerini yitirdi, altın bile takas edilemez hale geldi. Yeni dünya düzeni, hayatta kalabilenlerin küçük toplulukları üzerine kuruldu.
Zombiler biyolojik bir tehlikeden ziyade ahlaki bir ayna olmuştu çünkü, insanlığın sonunu getiren onların saldırısı değil, insanların birbirine olan güvensizliğiydi.
İstiladan yirmi yıl sonra yani 2104’te dünya ikiye ayrılmıştı: Yüksek güvenlikli ışık şehirleri (Light Zones) ve çevreyi saran karanlık bölgeler (Dead Belts).
Işık şehirlerinde yaşayan azınlık, yapay zekâ koruması altında steril bir hayat sürerken, dışarıda kalan milyonlar yavaş yavaş insani niteliklerini yitiren birer gölgeye dönüşüyordu.
Zombileşme artık virüs değil, bir yaşam biçimi haline geldi.
Yavaş yavaş düşünemeyen, hissetmeyen ama hâlâ çalışan insanlar, bir nevi sistem kölelerine evrildi. Tüketmeye devam eden, sorgulamayan, duygularını bastıran bir insanlık.
Zombi felaketinin en sarsıcı yanı, insanın kendi sonunu elleriyle hazırlamasıdır. Bu distopik senaryoda zombiler, ölülerden çok duyarsız yaşayanları temsil ediyor.
Bir bakıma bu felaket bir virüsün değil, bir yaşam biçiminin çöküşüdür. İnsanın empatisizliği, bencilliği ve doğaya yabancılaşması zaten yüzyıllardır içten içe zombileşme sürecini başlatmış, 2084 yılı yalnızca bu gerçeğin görünür hale geldiği tarihtir.
Zombi, günümüzde birçok insan için bir korku filmi karakterinden ibaret, çürümüş bedenler, boş gözlerle dolaşan et yiyiciler. Bu kavramın kökleri, insanlığın karanlık hafızasının derinliklerinde gizlidir. Zombi, yalnızca ölünün yeniden dirilişi değil, insanın özgürlüğünün elinden alınmasının, ruhunun zincirlenmesinin, kimliğinin yok edilmesinin sembolüdür.
Bir gün zombiler gerçekten dünyayı istila etse, bu dışarıdan gelen bir felaket olmayacak. Kendi açgözlülüğümüz, bilimi etik sınırların ötesine taşıma hırsımız ve birbirimize olan yabancılığımız, istilanın ta kendisi olacak.
İstila çoktan başladı, yalnızca fark edemiyoruz çünkü artık duygularımız bile ölmeye yüz tutmuş durumda.