Ayşe Ayan

Tarih: 01.12.2025 13:25

Ortadoğu'da Neden Yüzyıllardır Savaş Var?

Facebook Twitter Linked-in

Ortadoğu’da yüzyıllardır süren savaşların ve çatışmaların kökenleri tek bir faktöre indirgenemez. Bu konuda tarihsel, sosyopolitik, ekonomik, dinsel ve jeopolitik birçok dinamik iç içe geçmiş durumda.

Ortadoğu (MENA – Orta Doğu ve Kuzey Afrika) coğrafyası, modern dünyada istikrarsızlık ve çatışma bağlamında sıklıkla anılır. Yüzyıllardır savaş, iç çatışma, vekâlet mücadeleleri ve ekonomik rekabet bu bölgede yoğun şekilde yaşanmıştır. Ancak sürekli savaşın coğrafyası gibi basmakalıp söylemler, konunun karmaşıklığını basitleştirme tehlikesi taşır. Gerçek olan, bu istikrarsızlığın tarihsel ve yapısal kökenlerinin derin ve çok katmanlı olduğudur.
Ortadoğu’daki çatışmaların başlıca nedenlerini tarihsel perspektiften ele alacak olursak, dini ve mezhepsel ayrılıklar, etnik ve kimlik temelli dinamikler, jeopolitik müdahaleler, ulus-devlet sınırlarının mirası, enerji kaynaklarının rolü, ekonomik eşitsizlikler ve toplumsal yapılar diyebiliriz.

Mezhep Ayrılıkları ve Sünni-Şii Gerilimi:
İslam dünyasında Sünni ve Şii ayrımı, Peygamber Muhammed’in vefatı sonrası başlayan halifelik tartışmalarına kadar uzanır. Bu ayrılık, sadece teolojik değil, aynı zamanda siyasal bir rekabet sulhunda şekillenmiştir. 
Mezhep bölünmesi, modern Ortadoğu’da da büyük bir çatışma ekseni oluşturmuştur. Özellikle İran ve Suudi Arabistan arasındaki vekâlet savaşları, mezhepsel kimliğin stratejik bir araç olarak kullanılmasının güçlü bir örneğidir. 
Ayrıca, mezhepsel çatışma yalnızca dini bir mesele değildir; tarihsel, sosyal ve iktisadi eşitsizliklerle de iç içe geçmiştir. 

Kimlik, Tarih ve Kültürel Psikoloji:
Ortadoğu’nun dini kimliği, sadece mezhepsel ayrımlarla değil, aynı zamanda tarihsel taassuptan ve kolektif hafızadan beslenir. TASAM’a göre, bölge toplumlarında din, kültürel ve geleneksel yapıların genetik şifresini oluşturur ve ilişkileri şekillendirir. 
Kimlik, dış müdahaleler tarafından da jeopolitik bir araç olarak istismar edilmiştir. Koloniyal dönemde Batılı güçler, dini ve etnik farklılıkları kullanarak bölgeyi parçalama stratejileri izlemiştir. 

Sömürgeci Miras ve Sykes–Picot çizgileri, I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla, Ortadoğu’da sınırlar büyük ölçüde Batılı güçler tarafından çizilmiştir. Sykes–Picot Anlaşması, İngiltere ve Fransa’nın bölge üzerindeki etkisini artırmak için stratejik sınırlar belirlemiştir. 
Bu yapay sınırlar, etnik ve mezhepsel grupların doğal bütünlüğünü göz ardı etmiş, ulus-devletlerin kurumsallaşmasında kalıcı gerilimlerin temeli olmuştur.

Soğuk Savaş dönemi, Ortadoğu’nun jeopolitik önemini daha da artırmıştır. ABD ve Sovyetler Birliği, bölgeyi nüfuz alanı haline getirmiş ve vekâlet savaşlarını körüklemiştir. 
Soğuk Savaş sonrası dahi jeopolitik rekabet azalmamıştır. Günümüzde İran-Suudi Arabistan ekseni, nüfuz rekabeti ve mezhepsel kimliğin stratejik kullanımı üzerinden derinleşen çatışmalar yaratmaktadır. 
ABD’nin Soğuk Savaş sonrasında Ortadoğu’yu 'istikrarsızlık coğrafyası' olarak tanımladığı jeopolitik vizyon, bölgedeki dış müdahale stratejilerini biçimlendirmiştir. 
Birçok Ortadoğu devleti, I. Dünya Savaşı sonrası kurulan sınırlar içinde etnik, mezhepsel ve kabile temelli grupları bir arada tutmaya çalışmıştır. Bu durum, ulus-devlet inşasında kimlik temelli çatışmalara zemin yaratmıştır.
Akademik araştırmalar, etnik grupların coğrafi dağılımındaki mozaik yapının yerel sadakatlerin ulusal kimlikle tutarsız olmasına yol açtığını göstermektedir. 
Barışçıl, bir arada yaşam için sınırların önemi de vurgulanmıştır. Bazı teorilere göre, gruplar arasındaki politik ve coğrafi sınırlar net değilse, çatışma olasılığı artar. 

Ortadoğu’nun mevcut ulus-devlet yapısı, Avrupa tipi bir modelin transplantasyonu olarak görülebilir. Bu yapı her zaman bölgenin sosyal ve kültürel gerçekleriyle örtüşmemektedir. Bazı analizlerde, Ortadoğu’daki otoriter rejimlerin kökeninde bu uyumsuz ulus-devlet yapısının da rolü olduğu ve halkın siyasi temsiliyet eksikliğinin istikrarsızlığa katkı sağladığı savunulmaktadır. 

Ortadoğu, dünyanın en zengin petrol ve doğalgaz rezervlerini barındıran bölgelerden biridir. Bu kaynaklar, küresel güçlerin stratejik ilgisini sürekli canlı tutmuştur. 
Enerji kaynaklarına sahip olmanın kazancı yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik nüfuz üzerinde de büyük bir etki yaratır. Bu nedenle petrol, bölgedeki çatışmaların hem tetikleyicisi hem de sürükleyicisi olmuştur. 

Silahlanma ve Güvenlik Paradigması:
Ortadoğu’da silahlanma, özellikle Soğuk Savaş’tan itibaren büyük bir yarış haline gelmiştir. Bölge ülkeleri güvenliklerini sağlamlaştırmak amacıyla silah alımına büyük kaynak ayırmıştır. 
Bu silahlanma döngüsü, hem iç çatışmaların hem de vekâlet savaşlarının yoğunlaşmasına katkı sağlar. Sürekli silahlı potansiyel varlığı, barışçıl çözüm arayışlarını gölgelemiş olabilir.

Ortadoğu’da savaş, iç göç ve mülteci akımları yaratmış, demografik yapı üzerinde kalıcı etkiler bırakmıştır. Göçler yalnızca insani bir kriz yaratmakla kalmaz, aynı zamanda sosyal yapıda değişime ve yerel-ulus kimlik mücadelelerine de yol açar. 
Özellikle Suriye iç savaşı bağlamında, etnik ve mezhepsel grupların yer değiştirmesi, bölgesel nüfus dengelerini sarsmış ve yeni gerilim alanları oluşturmuştur.
Etnik ve mezhepsel gruplar, merkezi otoriteye karşı yerel özerklik talepleri geliştirmiştir. Bu talepler bazı bölgelerde statik ulus-devlet sınırlarını sorgulayan hareketlere dönüşmüştür.

Ortadoğu'yu kadrajına alan araştırmacılara göre, yerel kimlik temelli çözüm (örneğin kantonlaşma ya da bölgesel özerklik) mekanizmalarının çatışmaları azaltabileceğini öne sürmektedir. 
İdeolojik Rekabet ve Meşruiyet Mücadelesinde; İslamcı ideolojiler (hem Şii hem Sünni) bölgedeki birçok aktör için meşruiyet kaynağıdır. Bu ideolojiler, hem rejim içi hem de rejimlerarası mücadelelerde stratejik savunma ve saldırı aracı olmuştur.

Radikal örgütlerin yükselişinde ekonomik coğrafyanın ve tarihsel mirasın rolü örneğin; Masahiro Kubo ve Shunsuke Tsuda’nın çalışması, ekonomik coğrafya ile “cihadist” örgütlenmeler arasında tarihsel bir bağlantı kuruyor. 

Ortadoğu’daki birçok çatışma, sadece iç aktörlerin mücadelesi değildir; bölgesel ve küresel güçlerin vekâlet stratejileriyle yürütülmektedir. İran ile Suudi Arabistan arasındaki mezhepsel rekabet, Lübnan, Yemen, Suriye gibi ülkelerde vekâlet savaşlarına yol açmıştır. 
Bu vekâlet savaşları, yalnızca askeri çatışmayı değil, ideolojik ve ekonomik nüfuz rekabetini de içerir.

Ortadoğu’da şiddetin normalleşmiş bir olgu haline geldiğini söyleyebiliriz. Bölge tarih boyunca istikrarsızlık kültürü geliştirmiş de olabilir; savaş, çatışma ve silahlanma, toplumun kolektif hafızasında kurumsallaşmış bir yöntem olarak var olmuştur. 
Ancak bu görüş tek başına yeterli değildir: Tarihsel kayıtlarda, Ortadoğu’nun her dönemde savaş içinde olduğu, barışın çok nadir ve geçici olduğu iddiası, bazı tarihçiler tarafından 'yanıltıcı bir mit' olarak değerlendirilir. 
Bu yüzden, sürekli şiddet söylemini değerlendirirken hem yapısal nedenleri hem de geçici barış dönemlerini göz önünde bulundurmak gerekir.

Akademik literatürde önerilen birçok çözüm vardır. Örneğin, yerel otonomi mekanizmaları (kantonlaşma, bölgesel yönetimler), etnik ve mezhepsel grupların kimliklerini daha iyi temsil eden modeller tasarlamak için bir çıkış yolu olarak görülür. 
Ayrıca, sınırların yeniden müzakere edilmesi veya siyasal sınırlar ile toplumsal gerçeklik arasındaki uyumsuzluğun azaltılması da bir çözüm perspektifi olabilir.
Silahlanmanın kontrol altına alınması, silah ticareti düzenlemeleri ve bölgesel güvenlik mimarilerinin inşası da barış için kritik bileşenlerdir.

Enerji kaynaklarının adil paylaşımı ve ekonomik kalkınma stratejileri, bölgedeki ekonomik eşitsizlikleri hafifletebilir ve bazı çatışma dinamiklerini zayıflatabilir.
Ortadoğu’da yüzyıllardır süren savaşların temelinde sadece bir faktör değil, çok katmanlı, iç içe geçmiş dinamikler vardır. Mezhepsel ve dini kimlikler, jeopolitik müdahaleler, enerji kaynakları, yapay sınırlar, sosyal yapı ve ideolojik mücadeleler hepsi bir arada çalışarak bölgedeki sürekli çatışma halini şekillendiriyor.
Ancak sürekli savaş miti her zaman tüm gerçekliği yansıtmaz: Barış dönemleri, istikrar girişimleri ve çözüm tasarımları da vardır. Gerçekçi ve kalıcı bir barış içinse, bu derin dinamiklerin her birine eş zamanlı olarak yaklaşmak, yani yerel, bölgesel ve küresel aktörlerin sorumluluklarını tanımak şarttır.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —