İnsanlık tarihi, görünmez düşmanlarla verdiği savaşların uzun bir kroniğidir. Kuraklıklar, savaşlar, bazen de mikroskobik bir canlının, yani salgın halinde insanlığa saldıran virüsler… Bir bakteri ya da virüs, toplumların kader defterine kara sayfalar eklemiştir: Kara Vebanın Avrupa'yı kırıp geçirdiği yılları, çiçek hastalığının kıtaları yok olma eşiğine getirdiği dönemleri, İspanyol gribinin milyonlarca can aldığı, tarihin akışını hızlandırdığı günleri. Her salgın insanlığı kırarken zihinlerde tek bir soruyu büyütmüştür: Bu gerçekten doğanın bir oyunu mu, yoksa perde arkasında başka bir el mi var?
Bugüne geldiğimizde, bu sorunun en çok dillendirildiği dönem kuşkusuz Covid-19 sonrası dönem oldu. Küreselleşmenin en yoğun yaşandığı, sınırların neredeyse anlamını yitirdiği, dünyanın bir telefon ekranına sığdığı bir çağda, bir virüsün bütün gezegeni durdurması elbette zihinleri başka ihtimallere yöneltti, çünkü ne zaman gerçeklik fazla ürkütücü hale gelse, insan aklı boşlukları komplo teorileriyle doldurmaya meyillidir.
Tarih bizlere bunu defalarca gösterdi. 14. yüzyılın Kara Vebası insanları öyle bir çaresizlikle baş başa bırakmıştı ki toplumlar, hastalığın sorumlusunu bulmak için önce göğü, sonra toprağı araştırdı. Ne yazık ki hiçbir araştırma tatminkar olmadı. O dönemde su kuyuları bile zehirlenmiş, salgının girmediği ev kalmamış, salgının kol gezdiği sokaklarda hastalık yayan gizli topluluklar olduğu söylentileri, en az salgın kadar ürkünç olmuştu.
İspanyol gribi patlak verdiğinde, Birinci Dünya Savaşı'nın yorgun dünyası salgının gerçek kaynağını dahi uzun süre öğrenemedi. Bazı ülkeler, hastalığın düşman devletler tarafından biyolojik silah olarak yayıldığına inanmıştı. Bilim çaresiz kalınca, kuşkunun ve ardından savaşların sesi yükselmişti.
HIV/AIDS ortaya çıktığında da benzer bir tablo yaşandı. 1980'lerin bilgi eksikliğinin yarattığı panik, hastalığın laboratuvarda üretildiğinden tutun da kitleleri kontrol etme planına kadar sayısız komploya kapı araladı.
Covid-19
Sadece bedenimizi değil, düşünme biçimimizi de etkileyen bir dönem oldu, çünkü bu kez salgın sadece sokakları değil, dijital evreni de kuşatmıştı. Çeşitli teoriler birbiri ardına yayıldı: Virüsün laboratuvarda üretildiği… 5G teknolojisinin bağışıklığı çökerttiği… Aşıların nüfus azaltma projesi olduğu… Dünyayı tek merkezden yönetme planının ilk adımı olduğu…
Herkesin elinde bir ekran ve zihninde daha önce görülmemiş kadar fazla bilgi vardı. Ne var ki bilginin çokluğu her zaman gerçeğin çoğaldığı anlamına gelmedi. Aksine bu dönem bize şunu öğretti: Ekranlar çoğaldıkça, kulaktan kulağa yayılan söylentilerin şekli değişse de etkisi aynı kalıyor. Virüsün kendisi kadar, onun etrafında örülen bu teoriler de hızla bulaşıyordu. İnsan kontrol edemediği bir korkuyla karşılaştığında, onu açıklayacak bir hikâye arıyor. Bilimsel açıklamalar çoğu zaman soğuk, uzun ve bekletici, komplo teorileriyse sıcak, kısa ve tatmin edici. Birkaç cümleyle her şeyi çözdüğünü iddia eden bir anlatı, karmaşık gerçeklerden daha kolay kabul ediliyor.
Covid-19'dan sonra dünya, Kara Veba'dan ve İspanyol gribinden sonra olduğu gibi, yeniden kolektif bir 'suçlu arama' sürecine girdi. Tarih bize gösteriyor ki komplo teorileri hiçbir zaman hakikatin ışığını güçlendirmedi, sadece insanların karanlıkta kendine başka gölgeler çizmesine neden oldu.
Salgınlar, insanlığın kırılganlığını ortaya çıkaran dönüm noktalarıdır. Ancak komplo teorileri, bu kırılganlığın üzerine başka bir ağırlık yükler. Bilim ilerlerken, söylentilerin de hızla yayılıyor olması bir çelişki gibi görünse de aslında insan doğasının değişmeyen yönünü anlatır; belirsizliğe tahammülümüz azaldıkça, kendi gerçekliğimizi üretmeye meyilli hale geliyoruz.
Covid-19 dönemi sadece sağlık sistemlerinin değil; aklın, bilginin, sorgulamanın, hatta sabrın da sınandığı bir dönemdi. Bizler bu sınavdan geçerken, virüsler kadar tehlikeli olan, zihnimizde büyüyen korkular ve bu korkulara biçim veren komplo hikâyeleri de ürettik.
Bugün geriye dönüp baktığımızda, insanlığın yüzlerce yıldır değişmeyen bir refleksle hareket ettiğini görebiliriz. Tarih, salgınların gölgesinde yazılmış söylentilerle dolu ama bir o kadar da umutla, iyileşmeyle ve gerçeği arama çabasıyla… Bu yüzden her salgın, insanlık defterine yalnızca kayıp sayfaları değil, aynı zamanda düşünce tarihinin en çarpıcı satırlarını da bırakıyor.
Her büyük kırılma gibi, Covid-19'da beyaz perdede boy gösterdi, ama artık eski salgın filmlerindeki o abartılı çöküş sahnelerine, sokaklarda tek başına koşan kahramanlara, virüsü yenmek için saniyelerle yarışan bilim insanlarına geri dönmek kolay değildi. Tüm dünya ilk kez aynı hikâyenin içine girmiş, sinemada izlediği felaketin tam kalbinde yaşamıştı.
Bu yüzden Covid-19 sonrası virüs anlatılarında üç büyük dönüşüm belirginleşti.
1. Korkunun yönü değişti: Canavar virüsten değil, insanın kendisinden korkar olduk. Önceden virüs filmlerinde asıl düşman mikroptu, görünmez bir tehdit, karanlık bir güç. Şimdiyse filmler daha ürpertici bir gerçeği anlatıyor: İnsanın panik hâli, bilgisizliği, kutuplaşmış düşüncesi, sosyal medya kaosu… Covid-19 gösterdi ki salgının kendisi değil, insanların tepkileri felaketi büyütüyor. Bu nedenle yeni dönemin filmlerinde: Komplo teorileri, bilgi kirliliği, anti-bilim hareketleri, toplumsal çöküşün psikolojisi ana temalardan biri hâline geldi. Artık virüs sadece bir metafor, asıl hikâye insanın kendi içindeki güvensizlikle mücadelesi.
2. Büyük kahramanlık anlatıları çöktü, yerine sıradan insanların kırılgan hikâyeleri geldi. Eskinin salgın filmlerinde tek bir deha vardı: Bilim insanı gelir, karışımı hazırlar, bütün dünyayı kurtarır. Sokaklar boşalır, kaos yükselir, sonra tek bir hamleyle düzen geri gelir. Covid-19 sonrası sinema bunu artık inandırıcı bulmuyor çünkü Covid bize şunu öğretti: Hiçbir kurtarıcı yok. Herkes kendi payına düşen belirsizliği yaşamak zorunda. Bu nedenle yeni yapımlarda: Evine kapanmış sıradan aileler, maske ardında yalnızlaşan bireyler, umudunu çöpe atmamak için çabalayan küçük insanlar merkeze alınıyor. Yani kahramanlık, laboratuvarlarda değil, mutfak masasında, yalnızlıkla savaşırken yazılıyor.
3. Bilim artık mucizevi bir ışık değil, insan eliyle yaralanmış bir güven alanı. Salgın öncesi filmlerde bilim, neredeyse büyülü bir güçtü ama pandemi sürecinde fikir ayrılıklarının, ülkeler arası çıkar savaşlarının, aşı karşıtlığının ve dezenformasyonun yarattığı kirlilik sinemaya da sızdı. Artık yapımlar:
Bilimin iletişim sorunlarını, siyasi baskılar altındaki araştırma ekiplerini, halkın güvenini kazanma mücadelesini, bilimsel gerçeğin politikleşmesini daha çıplak bir dille anlatıyor.
Virüs artık sadece biyolojik bir unsuru değil, güven krizinin sembolünü temsil ediyor. Salgından sonra sinema dürüst ve daha insan oldu. Covid-19, sinemanın virüs anlatılarını kökten değiştirdi çünkü artık hiçbir senarist, yönetmen ve hiçbir izleyici virüs fikrine 'kurgusal bir olasılık' olarak bakamıyor çünkü hepimiz o filmi bizzat yaşadık, sahnelerin içinden geçtik.
Bu nedenle beyaz perde virüsün kendisini değil, insanın kırılgan hafızasını anlatmaya başladı. Çünkü bazen en büyük salgın, mikroplardan değil, insanların birbirine duyduğu güvensizlikten yayılıyor.